“Bir yiğidin kara dağ yumrusunca malı olsa yığar, toplar, talep eyler, nasibinden fazlasını yiyemez.”-Korkut Ata
Oğuzların, başında yabguların bulunduğu bir
devletleri vardı. Fakat tarihçe bu yabgulardan hiç birinin adı kati olarak
malum değildir. Câmi ut-tevarih’teki Oğuzların destanî tarihlerinde bu
yabgulardan birçoklarının adı zikredilir. Yabgular kışın Sir-Derya suyunun
ağzına yakın bir yerde bulunan Yeni-Kent’te oturuyorlardı.[1]
Yabguların bilebildiğimiz şu memurları vardı: sü-başı, yani ordu kumandanı.
Sü-başı bir kişi mi idi yoksa bir kaç kişi mi idi, bilinemiyor. Selçuklular bu
memuriyeti ve bu kelimeyi Anadolu’ya da getirdiler. Selçuklu devrinde subaşı
unvanı bölgelerinin askeri valilerine veriliyordu. Osmanlı devrinde ise,
su-başı, şehirlerdeki zâbıta âbıta âmerileri anlamına geldi.
Yabguların diğer yüksek bir memuru da
Kül-erkin’di. Kül-erkin yabgunun naibi veya vekili demektir.[2] Bu
tabirin Türkiye’ye geldiğine dair hiç bir delile sahip değiliz. Ancak
memuriyetin gelmiş olabileceğine ihtimali verilebilir. Türkiye Selçuklularında
bir saltanat naibliği memuriyeti vardı. Fazla olarak Türkmen hükümdarlarının,
beğlerinin de naibleri olduğunu görüyoruz.[3]
Oğuz Yabgu Devleti’nde Tarhan ve Yınal
unvanlarını taşıyan şahıslar da görülmektedir. Ancak bunlar sadece asillik
unvanları mıdır, yoksa aynı zamanda memuriyet unvanları olarak da kullanılmakta
mıdır, bilinemiyor. Yabgular devletinde Türkiye Selçuklularında gördüğümüz beylerbeği
memuriyetinin bulunup bulunmadığı malum değildir.[4]
Yabguların mühürlerine ve fermanlarına tuğrağ
(tuğra) denilmekte olup, bu kelime öteki Türklerce tanınmamakta idi. Oğuzlar bu
kelimeyi İran ve Anadolu’ya da getirdiler. Selçuklu devletlerinde tuğrailik
(nişancılık) memuriyetinin bulunduğunu biliyoruz.
Oğuzlar aynı zamanda diğer Türklerin bitimek
(yazmak) sözü yerine yazmak kelimesini kullanıyorlardı. Yazığçı da hısımlar
arasında mektup getirip götüren anlamına geliyordu. Bütün bunlar Oğuz
yabgularının bir divanları (büro) olduğu fikrini telkin ediyor. Esasen onların,
şehirlerden vergi toplayan tahsildarları olduğunu biliyoruz. Fakat bu devanda
hangi alfabe ve hatta hangi dil ile yazı yazılıyordu, bu hususta hiç bir şey
söylemek mümkün değildir. Baguların ordalarında, avcı-başı, emîr-i âhur, gibi
memurların, çavuşların (teşrifat memurları), bekçiler (muhafızlar)in bulunduğu
şüphesizdir.[5]
İbn Fazlan Oğuzlar hakkında “Onlar, kıl
çadırlarda oturan ve konup göçen Yörüklerdi. Göçebelerde adet olduğu gibi sık
sık yer değiştirdikleri için yer yer onlara ait çadırlar görülüyordu.”
İfadesini kullanır buradan da anlayacağımız üzere Oğuzlar X. Yy’da konar-göçer
bir yaşam sürüyorlardı.[6]
Yine
İbn Fazlan yönetim ile alakalı şunları ifade etmektedir; “Türklerin
hükümdarları ve reisleri arasında ilk gördüğümüz Küçük Yınal (Yinal el- Sağir)
idi.” Ramazan Şeşen ise Yınal kelimesi hakkında; bahsi geçen Küçük Yınal Yabgu’nun
veliahdine verilen bir ünvandır. Daha
sonraları Oğuzların her reislerine bu unvan verilmeye başlanmıştır.[7]
Oğuzlar işlerini, meclisler kurarak istişare
(keneşme) yolu ile hallederlerdi. Oğuz sü-başısı Etrek, Tarhan, Yınal gibi,
Oğuz büyüklerini çağırarak halifelik elçilik heyetine ne gibi bir muamelede
bulunulması hususunda onlarla istişare etmişti.
Oğuz Yabgu devleti X. yüzyılın birinci
yarısında müstakil ve kudretli bir devlet idi. Onlar hiç bir zaman şu devlete
veya bu kavme tâbi olmamışlardır. Onlar, çok yiğit ve savaşçı bir kavim idiler.
Mes’udî, Oğuzların Türklerin en savaşçı eli olduğunu söylüyor. Oğuzların silah
ve avadanlıkları mükemmeldi. Bu silahlar arasında, diğer Türk kavimlerinde
olduğu gibi, ok başta geliyordu ki, bunu Türklerin millî silâhı olarak
vasıflamak yanlış sayılmaz.[8]
Yukarıda da söylendiği gibi, Ermenilerin de
dikkatini bu silâhları çekmişti. İbn Fadlân sübaşı Etrek’in nasıl keskin bir
nişancı olduğunu bir misalle anlatır. Kargı (süngü) ve kılıç da başlıca
silâhlardandı. Bütün Türkler gibi binici olup, at üzerinde savaşırlardı. Esasen
atları pek çoktu. Ermeni müverrihi Aristaguies, romantik bir itade ile
atlarının kartallar gibi süratli olduğunu söylüyor.
Oğuzların komşuları ile olan münasebetlerine
gelince bu, çok defa düşmanca olmuştur. Oğuzların Peçeneklere karşı Hazarlar
ile ittifak ettiklerini biliyoruz. Ancak iki kavim (Hazarlar ile Oğuzlar)
arasındaki münasebetlerin X. yüzyılda pek dostça olmadığı görülüyor. İbn Fadlân
Oğuzlardan, Hazarlar nezdinde tutsakları bulunduğunu işitmişti. Mes’udî
Oğuzların İtil’in ağzına yakın yerlerine gelip kışladıklarını, ırmağın suyu
donunca buz tutmuş ırmağın üzerinden geçerek Hazar ülkesine akınlar yaptıklarını,
Hazar kuvvetlerinin bu akınları durduramaması sebebi ile bizzat Hazar kralının
Oğuzların karşısına çıkmak zorunda kaldığını yazıyor.[9]
Oğuzların güney komşuları Müslümanlar, bu
zamanda tarihlerinin en mutlu devirlerinden birini yaşıyorlardı. Mavera’ün-nehir,
verimli topraklara sahip bir ülke olmakla beraber, müstesna mevki dolayısı ile
orada ticaret ve sanayi de pek gelişmişti. Bu ülke Sâmânlıların idaresi altında
siyasi istikrara kavuşunca, maddeten ve manen İslâm âleminin en gelişmiş
bölgelerinden biri haline geldi. Mâvera’ünnehr’li ticaret kervanları Türk
âleminin en uzak yerlerine kadar gidiyorlardı. Harezmliler de onlardan geri
kalmıyorlardı.
Her iki ülkenin sanayi mamulleri için en
büyük pazar, İtil’den Çin seddine kadar uzanan geniş Türk coğrafyası idi. Hatta
bu iki memleket halkı eski zamanlardan beri, Türk âleminde koloniler meydana
getirmişler, Türk kağanlarının hizmetlerinde bulunarak onların şehir
kurmalarında ve diğer medeni faaliyetlerinde yardımcı olmuşlardır. Bu ülkelerde
ticaret ve sanayinin gelişmesi, ora halklarının manevî gelişmelerini de
sağladı, İslâm cağrafyacıları, Maveraünnehir halkının haiz olduğu manevi
hasletleri birer birer sayarlar.[10]
Emevi Devleti’nin yıkılmasından sonra (750
yılında) çok geçmeden (766’da) esasen zayıf bir durumda bulunan Batı Göktürk
Kağanlığı da Karlukların istilasına uğradı. Çok yukarıda da söylendiği gibi,
Karluklar bu başarılarından sonra Batı Göktürk Kağanlığı toprakları üzerinde
kuvvetli bir devlet kuramadılar. Yabgu unvanını taşıyan hükümdarları, anlaşıldığına
göre, Talas şehrinde oturdu ve ancak Karlukların bir kısmına hâkim olabildi.
Yani Karluklar da siyasî bakımdan parçalanmış
bir durumda idiler.[11]
Onların ve batı komşuları Oğuzların İslâm ülkelerine karşı yaptıkları şey,
yağma akınlarından ibaret kalıyordu. Onlar bazen de, Mavera’ün-nehir’de isyan
çıkaranların (onların daveti üzerine) yardımlarına koşuyorlardı. Müslümanlar bu
yağma akınlarına karşı, Buhara civarında, Şaş ile İsficab bölgelerinde duvarlar
yaptılar.
Sınır şehirleri de surlar ve kaleler ile
berketildi. Fakat bölge ve yöreleri korumak için duvar yapmak tedbirinden, bir
süre sonra vazgeçildi. Karluklar o kadar zayıf bir durumda idiler ki,
Sâmânlılardan İsmail b. Ahmed, Sir-Derya ötesine bir sefer yaparak Talas
şehrini işgal etti ve Karluk yabgusunun hatunu da dâhil olmak üzere, çok sayıda
esir ve önemli bir ganimetle geri döndü. Daha önce söylendiği gibi, Talas’ın
epeyce doğusunda, Balasagun’un batısındaki Ordu şehrinde oturan Türkmen meliki
korkudan Müslüman olmuş ve İsficab melikine vergi vermeye başlamıştı.
Anlaşıldığı zaman Ahmed b. İsmail’in
fethettiği bölgeyi elinde tutmaya muvaffak olduğu gibi, belki fethedilen
bölgenin hudutlarını daha da ileriye götürdü ve söylendiği gibi, hâkimiyetini
Türkmenlere tanıttı. Bu zamanlarda Sir-Derya’daki Müslüman şehirlerinde
kalabalık sayıda gönüllü mücahitler vardı.[12]
Maveraünnehir’deki başlıca şehirlerin halkı
ve büyük kumandanlar bu hudut şehirlerinde mücahitlerin oturmaları için
ribatlar yaptırıyorlar ve onların diğer ihtiyaçlarını da temin ediyorlardı.
Bunlar için zengin vakıflar tahsis edilmişti. Bu mücahitlerin en fazla
toplanmış olduğu yer, İsficab şehri idi. Mukaddesi’ye göre bu şehirde 1700
ribat vardı. Bu husus İsficab melikinin kuvvetinin nereden geldiğini
gösteriyor. İsficab’da ki Türk hanedanının Samanoğullarına ismen tabi olması da
bununla ilgilidir. Bununla beraber, bu mücahitler arasında mühim sayıda
Türklerin de bulunduğunu biliyoruz.[13]
942 yılında bir Müslüman şehri olup, İsficab
meliklerine ait bulunan Balasagun şehri Müslim Türkler tarafından fethedildi.
Bu mühim hâdise, Kara-Hanlılar Devleti’nin yükselişini gösteren bir vakıadır.
Daha önce de zikredildiği üzere, bu gayri müslim Türklerin, başlarında
Kara-Hanlı hanedanının bulunduğu ve başlıca Kâşgar bölgesinde oturan Yağmalar
olduğunda şüphe yoktur.[14]
Balasağun’un fethinin, Sâmânlı başşehrinde
tepkisiz kalmadığı görülüyor. Kâğan’ın oğlunun tutsak alındığına bakılırsa bir
sefer yapılmış olduğuna kuvvetle ihtimal verilebilir. Bununla beraber şehrin
geri alınmadığı muhakkaktır. Böylece Kara-Hanlılar, yükselmeğe başlarken
Sâmânlıların kudreti de Nuh b. Nasr’dan (934-954) itibaren çökmeye doğru
gidiyordu.[15]
Sâmânlı tahtına birbirinden zayıf şahsiyetler geçtiği için, Türk hassa
ordusunun kumandanları nüfuz ve iktidarlarını gittikçe arttırdılar. Bu
kumandanlar ile hükümdarların mücadelesi devletin yıkılmasında en mühim amil
oldu. Türk kumandanlarından biri olan Alp-Tegin 962 de Gazne’yi fethetti. Bu
suretle Gazneliler Devleti kuruldu.[16]
Kara-Hanlı hükümdarı Buğra-Han Harun b. Musa,
aldığı davetler üzerine, 992 yılında Maveraünnehir’i istilâ etti ve 999 yılında
Samanlı devleti sona erdi. Maveraünnehir’de Kara-Hanlılar hâkimiyeti başladı.
Horasan’a gelince, burası bir kaç yıl önce Gaznelilerin eline geçmişti.[17]
Maveraünnehir’in batı komşusu Harizm’e
gelince, burada eskiden beri yerli bir hanedan hüküm sürüyordu. Âfriğ-oğulları
denilen bu hanedan mensupları Sâmânlılara tâbi idiler. Âfriğ-oğulları,
Oğuzların kuzeyden yaptıkları akınlara karşı her zaman hazırlıklı
bulunuyorlardı.[18]
Bu hânedanın yerini 995’te Memun-oğulları Harizmşahları aldı ki, buların
hâkimiyeti de 1117 yılına kadar sürdü. Bu tarihte Harizm, Gazneli Mahmud’un
eline geçti ve bu hükümdar oraya kumandanlarından Altun-Taş’ı vâli yaptı Altun-Taş
ve oğulları 1040 yılına değin Harizm’i idare ettiler.
Oğuzlar doğu komşuları olan Karluklar ile de
savaşmışlardır. Hatta bu savaşlardan birinde Oğuz yabgusu ölmüştür. Bu hâdise
X. yüzyılın başlarında veya ondan daha önce vuku bulmuş olabilir. Kâşgarlı,
Oğuzlar ile Çiğiller arasında eskiden beri sürüp gelen köklü bir düşmanlığın
bulunduğunu söyler.
Oğuzların kuzey komşularına gelince, bunlar
Kimekler ve özellikle bu kavimin gittikçe kuvvetini artıran Kıpçak boyu idi.
Kıpçakların daha IX. yüzyılda Kimek elinden ayrılarak müstakillen hereket
ettiği anlaşılıyor. Kimekler çok soğuk mevsimlerde, Oğuzlar ile barış halinde
bulundukları zamanlar sürüleri ile güneye göç ederlerdi.
Oğuz Yabgu Devleti’nin nasıl ve ne zaman sona
erdiği hakkında hiç bir tarihi bilgi yoktur. Câmi üt-tevârih’teki Oğuzların
destanı mahiyetteki tarihlerinde Ali-Han adında biri son Oğuz yabgusu olarak
görünüyor. Ali-Han’ın Kılıç-Arslan adlı ve Şah-Melik lakablı bir oğlu vardı.[19]
Şah-Melik tarihi bir şahsiyet olup, XI.
Yüzyılın birinci yarısının ortalarında Cend hâkimi idi. Hatta bir eserde onun
babasının adı, destanda olduğu üzere, Ali olarak gösterildiği gibi, el-Berânî
şeklinde nisbesi de verilmektedir.[20]
Fakat bugüne kadar bu nisbeyi izah etmek mümkün olmamıştır. Kaynaklarda
Şah-Melik’in Oğuz kökenli olduğuna dair de hiç bir ifade yoktur. Bu sebeple,
teyit edici tarihi bir delil elde edilmedikçe Câmi üt-tevârih’teki rivayete bir
kıymet izafe etmenin doğru olmadığı kanaatindeyiz.
Aşağıda bahsedileceği üzere, Selçuk’un
oğullarından İsrail (392 = 1002) yılında yabgu unvanını taşımakta idi. Bu
husus, Oğuz Devleti’nin bu tarihten önce yıkılmış olduğunu büyük bir ihtimalle
göstermektedir.[21]
Şimdiki en kuvvetli ihtimal olarak Oğuz yabgu
devletine Kıpçaklar tarafından son verilmiş olduğu üzerinde durmaktayız. 1030
yılından önce Harizmşah Altun-Taş’ın hizmetinde bir Kıpçak zümresi vardı.[22] Bu
Kıpçak zümresinin Harizm’e gelebilmesi ancak Aral’ın kuzey ve kuzey batı
kısmının Kıpçakların eline geçmiş olmasıyla mümkündür. F. Köprülü’nün de dediği
gibi[23], Altun
Taş’ın hizmetinde bulunan ve Hıfçah ile birlikte zikredilen Küçet ve
Cugrakların da Kıpçakların yakın akrabaları olmaları pek muhtemeldi.
Selçuklu Çağrı Beğ, Horasan hükümdarı iken
(1040-1060). Kıpçak emiri (r”;-s KöÂ!) onun katına gelerek Müslüman olmuş ve
aralarında dünürlük kurulmuştu. Rus vekayinameleri 1054 yılında ilk defa olarak
Kara-Deniz’in kuzeyinde Torkların (Uz = Oğuz) ve Polovtsi (Kıpçak) lerin
zuhurundan bahsederler. Bu Torkların, Bizans kaynaklarının Uz dedikleri
Oğuzların bir kümesi, sarışın anlamına gelen Polovtsilerin de Kıpçaklar olduğu
kabul edilmiştir. Bu Oğuz Kümesinin Kıpçakların baskısı altında İtil’i geçerek
Karadeniz’in kuzeyine gittikleri biliniyor.[24]
Diğer taraftan Kâşgarlı’nın haritasının
tetkikinden, Kıpçakların Oğuz çölünü ve hatta Sir-Derya’nın aşağı yatağını
tamamen denilebilecek derecede işgal ettikleri görülüyor.[25] Nâsır-ı
Husrev’in (ölm. 1060) bir şiirinden de Kıpçakların Oğuzlar ile yan yana
yaşadıkları anlaşılıyor. Alp Arslan’ın
Mangışlak seferi dolayısı ile Türkmenlerin Kıpçaklar ile karışmış bir halde
yaşadıkları (şüphesiz Üst Yurd’da) ve tacirleri yağma ettikleri söyleniyor.
Bütün bu kayıtlar, Kıpçakların Oğuzları sıkıştırarak onların topraklarından
mühim bir kısmını ellerine geçirmiş olduklarını açıkça gösteriyor.
Oğuz Yabgu devletinin de bu Kıpçak hücumları
sonucu da yıkıldığını düşünmek gayet tabidir. Kıpçakların bu başarılarının da
Oğuzların dâhili mücadeleler neticesinde parçalanarak zayıf bir duruma düşmüş
bulunmaları ile ilgili olduğu muhakkaktır. Oğuzlar arasında eskiden beri
çekişmelerin olduğunu ve bunun göçlere sebebiyet verdiğini biliyoruz. Bu hadisenin
ne zaman vuku bulduğu meselesine gelince, bu hususta kati bir hükümde bulunmak
mümkün olmamakla beraber, bunun, 392-1002 tarihinden önce olduğunu en kuvvetli
ihtimale söyleyebiliriz.[26]
Çünkü bu tarihte Selçuk’un oğullarından İsrail yabgu unvanını taşıyordu.
Selçukluların Cend yöresine gelmeleri de, dâhilî
mücadele ile veya yabgu devletinin yıkılması ile ilgili idi. Hülasa dâhili
mücadele ve Kıpçak hücumları sonucunda Oğuz devletinin yıkılması, Oğuzlardan
mühim kümelerin göç etmelerine sebep olmuştur. Böylece onlardan mühim bir kol,
ilk önce Cend’e sonra oradan aşağıya, Buhara tarafına göç etmiş diğer mühim bir
küme de Güney Rusya’ya gitmişti.[27]
Hududü’l-Âlem’de “Türklerin en kalabalık
halkı olarak Toğuzğuzları göstermekle beraber onları bütün Türkistan’a hükümdar
olarak göstermekte ve yine onlar hakkında cenkçi bir millettir diyerek Toğuzğuz’u
aktarmak yolu ile bizlere aslında Oğuzları anlatılmaktadır.[28] XI.
yüzyılın ortalarında Oğuzlar başlıca, Sir-Derya bölgesinin orta yatağında yani
Karaçuk dağları bölgesinde ve oradaki şehirlerde ve bir de Mangışlak
yarımadasında toplu bir halde yaşıyorlardı. Bununla beraber Moğol istilâsı
zamanında Cend ve Kara-Kum’da Türkmenlerin yaşadıkları görülüyor.
[1] Sümer, a.g.e., s.80
[2] S.G., Agacanov, Oğuzlar, Selenge Yayınları, İstanbul, 2013, s.189.
[3] Sümer, a.g.e., s.81.
[4] Agacanov, a.g.e., s.190.
[5] Sümer, a.g.e., s.81.
[6] İbn Fazlan, Seyahat Name, Bedir Yayıncılık, İstanbul, 2016, Çev. Ramazan Şeşen, s.34.
[7] İbn Fazlan, a.g.e., s.39.
[8] Nakleden: Sümer, a.g.e., s.82.
[9] Sümer, a.g.e., s.83.
[10] Sümer, a.g.e., s.83.
[11] Erol, Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007, s.40.
[12] Sümer, a.g.e., s.83.
[13] Sümer, a.g.e., s.84.
[14] Agacanov, a.g.e., s.191.
[15] Sümer, a.g.e., s.85.
[16] Güngör, a.g.e., s.74.
[17] Agacanov, a.g.e., s.191.
[18] Sümer, a.g.e., s.86.
[19] Agacanov, a.g.e., s.192.
[20] Sümer, a.g.e., s.84.
[21] Rasonyı, a.g.e., s.87.
[22] Rasonyı, a.g.e., s.88.
[23] Köprülü, Fuad, Tarih Araştırmaları I, Akçağ Yayınları, Ankara, 2006, s,125.
[24] Sümer, a.g.e, s.85.
[25] Sümer, a.g.e., s.85.
[26] Agacanov, a.g.e., s.194.
[27] Rasonyı, a.g.e., s.89.
[28] V. Minorsky, Hudûdü’l-Âlem Mine’l-Meşrik İle’l Magrib, Kitabevi, İstanbul, 2008. S.48.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder