20 Eylül 2022 Salı


Göktürkler'de Din

Göktürkler Şamanizm. Ateşperestlik, Nestoryanizm ve Budizm gibi dinlere inanmışlardır. Şamanizm, İlkel Klan Toplumundan gelen bir ilkel dönem dinidir. Türkler tarih sahnesinde göründükten sonra, her ne kadar Sosyal Tabaka Toplumu (Kölelik Sistemi Toplumu) dönemine geçmiş olsalar da, Klanlık Sistemi döneminden kalan uygulama ve alışkanlıkları nesilden nesile aktarılarak devam etmiş, bu nedenle Şamanistik inançlar toplumda oldukça yaygınlık kazanmıştır. Şamanizm inancı, evreni üç kısma ayırmaktadır: a) Cennet: Burası dünyanın üst tarafında yer alır ve bütün ilahlar burada kalmaktadır, b) Yeryüzü: Dünyanın orta katıdır ve insanlık orada bulunmaktadır, c) Üçüncü kat ise Cehennem olup yeryüzünün alt tabakasını teşkil eder. Kötü ruhların hepsi oradadır. İnsanlarla ilahlar arasındaki ilişkinin kurulmasından ve kötü ruhların ortadan kaldırılmasından Şamanlar sorumludur. (Kadın Şamanlara “Wu Da You” adı verilirdi.) Şamanlar adil, neşe ile ve çılgınca durmaksızın dans eden insanlardır. Şamanlar insanları tedavi edip kötü ruhları kovarken yüksek sesle büyü yaparlar. Diğer taraftan neşe ile dansederek maddi bakımdan ruhları temsil ettiklerine de inanırlar.

Batı dillerinde yazılmış tarih kaynaklarının bildirdiğine göre, VI. yüzyılın ortalarında İstemi Kağan[25] tahta çıktığı sıralarda Doğu Roma’dan Batı Göktürklere elçi olarak gönderilen Zemarkhos, Orta Asya’dan geçerken Soğdiana topraklarına ulaştığında (Kağanın otağına kadar varmamıştır.) Türkler kötü ruhları kovmak ve şanssızlıklara ve felaketlere engel olmak için dini törenleriyle meşgul idiler. Orada bulunan topluluk Zemarkhos’un etrafını çevirmiş ve onu da aralarına almışlardır. Ayin yapanların bazıları da davul çalıyorlardı. Bir kısmı da ellerinde kuvvetli ateşler ve tütsülerle daire çizip dönerlerken kendinden geçmiş bir manzara oluşturuyorlardı. Büyü yapma işi sona erdikten sonra Göktürkler, Zemarkhos’un da iki ateş arasından geçmesini istemişlerdi. İki ateş arasından geçilince Türkler kötü ruhlardan tamamen arındıklarına inanırlardı. Kötü ruhları kovma töreni bittikten sonra Zemarkhos ve beraberindekiler yollarına devam etmek için Türk ülkesinden ayrılmışlardır.[26] Bu kayıt Göktürklerin Şamanizm inancını bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.
Göktürklerin Şamanizm dinine mensup olduklarının diğer kanıtları da şunlardır: Güneşe verdikleri önem; Ataları için kurban kesmeleri, onları kutsal olarak kabul etmeleri ve Yer ve Gök Tanrılarına tapmaları. Çin tarih kitabı Zhou Shu’da ki Göktürkler bölümünde konu ile ilgili bilgiler bulunmaktadır: “Kağanın çadırının kapısı doğuya doğru açılır. Kağan çadırını terk etmeden önce güneşi selamlar. Kağan her yıl devletin ileri gelenlerini toplayarak, mağarada ataları için kurban kesme törenleri düzenler. Diğer taraftan her yılın Mayıs ayının onuncu günü halkını ırmak kenarına toplar ve Gök Tanrı’ya kurbanlar sunar. Du Jin[27] Dağı’nın 500 li[28] batısında üzerinde bitki ya da ağaç bulunmayan yüksek bir dağ vardır. “Bo Dengning” adı verilen bu dağ Çin’de yer tanrısı olarak bilinirdi. Göktürkler Gök’e taparlar ve ona saygı gösterirlerdi. Bu konu Bilge Kağan Anıtında da dile getirilmiştir: “Tanrıya benzer. Tanrıda olmuş Türk Bilge Kağan. Tanrı irade ettiği için, Kut’um olduğu için kağan oldum”. Göktürk Devletini yeniden kuran Kutluk Kağan için şunları söylemektedir: “Gök Tanrı güç bağışladığı için babam (Kutluk Kağan) Kağan’ın ordusu kurda, düşmanımız ise koyuna benzermiş”. Bu örneklerin hepsi İlkel Dönem dinleriyle hemen hemen aynıdır.

İyi ya da kötü şansla ilgili kehanette bulunmak da Şamanizm inancının bir özelliğidir. 620 yılında Chu Luo Kağan, Bing Zhou’ya[29] saldırarak ele geçirmiş ve Yang Chengdao’yu buraya yerleştirmiş, etrafındaki insanlar şansının kötüye gidebileceğini söyleyerek onu uyarmışlardır. Chu Luo Kağan ise bunun üzerine şunları söylemiştir “Atalarım daha önce ülkelerini kaybettiler, daha sonra ise varlıklarını Sui devletinin ayakta kalması sayesinde sürdürebildiler. Benim bu durumu unutmuş olmam çok kötü. Şansımın iyi olmadığını ilahlar da biliyor. Bu sorunu ben kendim çözeceğim”.[30] Kağan her ne kadar inandığı fal sonucunu alamadı ise de, sonunda sorunu çözmek ve ikna olmak için fal sorularını sormuştur. Muhtemelen, Göktürkler arasında fala (kehanete) inanan insanların sayısı çok olmakla kalmamış, aynı zamanda yönetici tabakasına mensup olanlar arasında da kehanetten anlayanlar olmuştur. Örneğin Aşina Sı Mo bunlardan birisidir. Bu nedenle tarih kitapları Sı Mo’nun fala bakmaktan ve kendisine bununla ilgili sorular sorulmasından hoşlandığını yazmaktadırlar.[31]

Ateşperestlik dininin menşei Eski İran ve Orta Asya’ya dayanmaktadır. Yaklaşık M.Ö.VII-M.Ö.V1. yüzyıllarda Zerdüşt tarafından ortaya atılıp yayıldığı için bu inanç sistemine “Zerdüşlük Dini” adı da verilir. Bu dinin akideleri Eski İran’da “Avesta” adlı eserde bulunmaktadır. Söz konusu inanca göre kainatta iyi ile kötülük, aydınlık ile karanlık gibi zıt güçler birbirleriyle mücadele halindedirler. Ateş ile iyi, aydınlığın canlı timsali olduğundan kutsal olarak kabul edilir ve ona saygı gösterilir. Bu dinin en önemli ayinlerinin odak noktasını ateş oluşturur. Ateşperestlik, M.Ö.Vl. yüzyıldan itibaren bir dönem boyunca İran’ın devlet dini haline gelmiş (bu nedenle bu dine Ateşperestlik adı verilir.), M.S. 518 yılı civarında bu din Çin’e girmiştir. 631 yılında Çin’in o dönemdeki başkenti Chang An’da[32] “İran Tapınağı” adında bir mabet inşa edilmiştir.

Göktürklerin Ateşperestlik dinine ne zaman inanmaya başladıkları kesin olarak bilinmemektedir. Ünlü Çinli Budist Keşiş Hui Li tarafından kaleme alınan “Da Tang Si En San Zaııg Fa Shı Zhuan” adlı kitabın ikinci bölümünde, yine ünlü bir diğer keşiş ve seyyah Xuan Zang’ın[33] Orta Asya’da Göktürklerin ateşe saygı gösterdiklerini, ağacın ateş unsuru olması sebebiyle ona saygı alameti olarak üzerine oturmayıp, oturacakları zaman yere bir keçe serdiklerini gördüğünü kaydettiğini yazmaktadır. Tang döneminde Duan Shıcheng tarafından yazılan “Xiyang Zazu” adlı eserin dördüncü bölümünde de bu konu ile ilgili kayıt vardır “Göktürklerin Ateş ilahları vardır. Tapınakları yoktur. Keçeden çeşitli şekillerde parçalar kesip deriden yapılmış bir torbaya koyarlar ve bunu bir direğe asarlar. Direğin kımıldayan yerlerine reçine sürerler. Bu torbaya yılın her mevsimi boyunca dua ederler. Bundan başka, Xuan Zang Semerkant’ta bulunurken, hükümdar ve halkın Budizme inanmayıp, ateşe saygı gösterdiklerini ve ona taptıklarını görmüştür. Türklerin iki tane mabetleri olmasına rağmen rahipleri yoktu. Başka yerlerden gelip bu mabetlerde konaklayan rahipleri Semerkant halkı ateşle kovalayarak kendi mabetlerinde kalmalarına izin vermezlerdi. Şimdiki Semerkant civarında bulunan Kang ülkesi. Sui Hanedanı döneminde hükümdar Qu Muzhı, Batı Göktürklerden bir kızla evlenmiş, bu yüzden onlara tabi olmuştu.[34] Semerkant halkının Ateşperestlik dinine inanmamalarının sebebi, Göktürklerin bu din ili olan ilgilerinden kaynaklanmaktadır.

Nestoryanizm, Hıristiyanlığın bir koludur. Nestorius’un (384-440) görüşlerinin bir kısım Hristiyan’ın kabul etmesiyle “Nestorius Mezhebi” adı verilmiştir. Nestorius aslında İstanbul’da Baş Piskopos idi. Meryem’in, Tanrı’nın annesi olduğu geleneksel inancını kabul etmediği için, Doğu Roma imparatoru tarafından dinden afaroz edilerek kendisine askeri bir rütbe verilmiştir. Müritleri Pers İmparatorluğuna kaçarak onların desteğini kazanmışlardır. Nestoryanlar,V. yüzyılın son yıllarında kendi bağımsız dinlerini kurmuşlardır. Bu din Tang devrinde Çin’de de yayılmış, bu vesile ile “Nestoryanizmin Büyük Çin’de Yayılışının Övgüsü” adlı bir abide de diktirilmiştir[35].

Fransız bilim adanu Edvard Chavannes tarafından yazılan “Batı Göktürk Tarihi Belgeleri”[36] adlı eserin 219. sayfasında Batı dillerinde yayınlanan eserler de kullanılmıştır. Bu malzemelere göre, Nestoryanizm, 561 yılında şimdiki Kazakistan’ın güneydoğu bölgesindeki Kang ülkesinde yaşayan Türkler arasında yayılmıştır. Bir rivayete göre 591 yılında Doğu Roma imparatoru, Pers hükümdarı Ka Sa’nın, Bahram’a saldırması için askeri destek göndermiştir. Bunun üzerine Bahram’ın emrinde bulunan bir kısım Türk asıllı asker isyan etmiştir. Bu askerlerin bazılarının alnında haç işareti bulunuyordu. Pers hükümdarı Ka Sa isyan eden asi Türkleri fillerle ezmiş, ancak alnında haç işareti bulunan askerleri Doğu Roma’ya göndermiştir. Hükümdar bu esirlere alınlarında bulunan haç işaretinin sebebini sormuştur. Askerlerin verdiği cevaba göre, eskiden Doğu Soğd ülkesinde bulaşıcı hastalıklar baş gösterdiği zaman, Hıristiyan din adamları hastalığın yayılmasını önlemek için onların alnına haç işareti yaparlarmış. Chavannes ise bu konuda şunları yazmaktadır: “Bu esere göre, Nesturilik 591 yılından 30 yıl önce Kangjü’deki[37] Türkler arasında yayılmıştı. Bu yüzden alınlarında haç işareti olan Türk askerleri, daha çocuk yaşlarında bu işareti taşımaya başlarlarmış. Nitekim Türkler arasında Hıristiyanlar da bulunduğu için, 653 yılında, yukarıda sözü edilen abidedeki A Luoben, Nestoryanizm dinini Çin’e getirmiştir” şeklindeki kaydı doğru olarak kabul etmekte bir sakınca yoktur.

Budizm, M.Ö.VI.-M.Ö.V. yüzyıllar arasında Eski Hint yarımadasında bulunan Jiabi Luowei[38] ülkesinin hükümdarının oğlu Sakyamuni tarafından kurulmuştur. Bu dinin inancına göre, insanlar her ne kadar eşit ise de, isteyen herkes Buda olabilir. Fakat yaşayanların acı çekmeleri kaçınılmazdır. Acılardan kurtulmanın tek çaresi ölümdür. M.Ö. III. yüzyılda Asoka’nın itikatı ve bunun benimsenmesinden dolayı, Budizm giderek Orta Hindistan’dan güney ve batı bölgelerine doğru yayılmıştır. Güneyden Xi Lan (Sri Lanka) ve Birmanya gibi ülkelere girmiş ve genel olarak “Güneyden Yayılan Budizm” ya da “Hinayana Budizmi” adı verilmiştir. Budizm, Kuzeyden Çin’e girdikten sonra, Kore ve Japonya gibi ülkelere yayıldığında ise genel olarak “Kuzeyden Yayılan Budizm” ya da “Mahayana Budizmi” adı verilmiştir. Budizmin Çin’e ilk olarak girişi M.Ö. 2 yılında Çin sarayında sekreter olarak çalışan Jing Fu, Yüe Çi hükümdarı Yü Cun’un Sanskriçe yazılmış olan “Fu Tujing” adlı kutsal metinler ile ilgili anlattıklarını Çince olarak kaleme alınıştır.

Türklerin Budizm inancını ilk olarak kabul etmelerine gelince; Sui Shu’nun “Göktürk Kayıtları” bölümündeki kayda göre bu tarihi olay To Ba Kağan (572-581) döneminde gerçekleşmiştir. Adı geçen kaynaktaki bilgi şöyledir: “Qi döneminde (479-502) Hui Lin adında bir keşiş vardı. Bu keşiş Qi’ler tarafından Türklerin bulunduğu bölgeye kaçırılmıştı. Rahip, To Ba Kağan’a: “Qi ülkesinin zengin ve kuvvetli olmasının sebebi, onların Budizm inancında olmasındandır” diyerek her sonucun arkasında mutlaka bir sebebin yattığına işaret etmiştir. Türk kağanı da bunun üzerine Qi ülkesine bir elçi göndererek Jingming, Niepan, Huayan ve Sh Songlü gibi Budist metinlerinin getirilmesini istemiştir. To Ba Kağan’ın kendisi de Budizm dinine girerek, Budist tapınağına gitmiş ve kulenin etrafında dolaşmıştır. Kağan, bu dini o kadar benimsemiştir ki, “Keşke Qi ülkesinde doğsaydım” bile demiştir.

Bei Qi Shu[39] adlı tarih kitabının “Jüe Lu Qiang Kabilesi Kayıtları bölümünde yer alan bilgilere göre bu dönemde yaşayan Liu Shıqing… komşu ülkelerin dillerini biliyordu. Bu dönemde onun gibi başka bir insan daha yoktu. Kuzey Qi imparatorunun emrinde çalışan Shı Qing, “Nie Panjing” adlı Budist metnini Çince’den Göktürkçeye çevirerek kağana sunmuştur. Bu olayın meydana geldiği yallarda (574-567) To Ba Kağan tahtta idi.

Çince olarak yazılmış “Meşhur Keşişlerin Hayat Hikayeleri” adlı eserin ikinci cildinin üçüncü bölümündeki kayıt şöyledir: “Boluo Poluo Miluo, Tianzhu[40] ülkesindendir. Kuzey Di’liler[41] çok cesaretli olmalarına rağmen pek medeni değillerdi. Bu yüzden Budizm inancını kabul etmeyi düşünüyorlardı. Dolayısıyla içlerinde Taoist din adamı ve sıradan insanlar bulunan 10 kişilik bir ekip kuzeye doğru yönelerek Tong Yabgu Kağan’ın kaldığı otağa varmışlar ve kağanın Budizme karşı sempati duymasını sağlamışlardır. Bu ekibe çok itibar edilmiş olmalı ki, 10 kişiden oluşmalarına rağmen, onlara hergün 20 kişiye yetecek kadar ihtiyaç maddeleri (yiyecek-içecek ve hayvan yemleri dahil) verilmiştir. Sabah akşam demeden daima kendileriyle ilgilenilmiştir. Tong Yabgu Kağan, bu din elçilerine çok önem vererek, kendisi de bu dine inanmaya başlamıştır. (Bu olay 622 yalından öncey’e aittir.) Tong Yabgu Kağan öldükten sonra Batı Göktürk yönetici tabakasının Budizm inancını terk ettikleri, yaptıkları sert tartışmalardan anlaşılmaktadır. (Bu dini tartışmaların içeriği bilinmemektedir.) Onlar daha sonra tekrar Budist inancına dönmüşlerdir. Rahip Xuan Zang, yazdığı “Da Tang Xiyü Ji” adlı eserin birinci bölümünde bu olaya -ayrıntılı olmasa da- anlatmaktadır. Bu seyahatnamedeki konu ilgili kayıt şöyledir: “Son zamanlarda Göktürk Yabgu Kağan’ın oğlu Sı Yabgu Kağan’ın bütün kabilesi ve ordusuna liderlik ederek Budist mabetlere saldırmayı ve içindeki değerli eşyaları yağmalamayı düşünmüş, yola çıktıktan kısa bir süre sonra dinlenmek için mola verilmiş, o gece Sı Yabgu Kağan rüyasında Budizmin ünlü keşişi Pisha Mentian’i görmüştür. Pisha Yabgu’ya şöyle demiştir: “Senin ne gücün var ki Budist mabetlere saldırmaya cesaret ediyorsun?” Bunun arkasından uzun bir mızrağı kağanın göğsüne saplayıp, sırtından çıkarmıştır. Kağan büyük bir şaşkınlık içinde uyanmış ve vicdan azabı duymuştur. Bu olayı hemen etrafındakilere ve askerlerine anlatarak yola devam etmekten vazgeçmiş ve bazı adamlarını, hızla atlarına binerek Budist rahipleri davet etmelerini emretmiş ve onlara bu teşebbüsünden dolaya itirafta bulunarak af dilemiştir. Fakat, kağanın yola devam etme emrinin ulaşmadığı bir kısım asker ilerleyerek Budist mabetlerine ulaşmışlar ve onları yağmalayarak yakmışlardır. Hui Chao adlı ünlü Budist rahip “Beş Tianzhu Ülkesine Seyahat” adını verdiği seyahat notlarında bu konu ile ilgili şunları kaydetmektedir: “Jiantuo[42] ülkesinde bulunan hükümdar ve askerler genel olarak Türktür. Yerliler Hu[43] kökenlidir. Bunların içinde Brahmanlar[44] da bulunmaktadır… Bu hükümdar Türk olmasına rağmen Budizmin kurucusuna, Budist eserlere ve Budist rütbelerine çok değer vererek inanmaktadır. Hükümdar ve kraliçe, prens, liderler ayrı ayrı mabetler inşa ettirmişlerdir. Adı geçen hükümdar her yıl iki kez her kesimden insanın katıldığı tören düzenlerdi.[45] Hükümdar günlük hayatta kullandığı eşyalarını, kraliçe ise fil ve atlarını başkalarına sadaka olarak verirlerdi… Hükümdarın evlatları da aynı yolu izleyerek, ayrı avrı mabetler inşa ettirmişler ve fakirlere sadaka olarak yiyecekler dağıtmışlardır.” Aynı eserdeki bir başka kayıt: Buradan batıya doğru Jibin[46] ülkesine yedi günde varılır. Daha sonra Xiebu[47] ülkesi gelir… Burasının yerlileri “Hu” menşelidir ve liderleri Türk olmalarına rağmen inanç açısından Budizmin üç önemli unsuruna gönülden inanmaktadırlar. Çok sayıdaki mabetleri Budist keşişlerle doludur. Budizmin Mahayana mezhebine mensupturlar. Suo Tarkan adında büyük bir liderleri, hükümdar gibi hareket ederek her sene bir defa tören düzenler, sayısız miktardaki altın ve gümüş eşyaları sadaka olarak dağıtırdı Bundan başka E. Chavannes’ın, daha önce adı geçen “Batı Göktürk Tarihi Belgeleri” adlı eserinin “Wu Kong’un[48] Seyahat Notları” kısmında önemli bilgiler bulunmaktadır (176-177. Sayfalar) Wu Kong, 759-764 yıllan arasında Jiashı Miluo ve Gandhara[49] ülkesinde bulunduğu sırada Budizme yakın ilgi duyarak mabetleri ziyaret etmiştir. Buralarada belirli sayıda Göktürk prensleri tarafindan yaptırılan mabetler vardı ki, bunlar 100 yıl öncesine kadar korunmuş, Göktürk gücünün yadigarları olarak ayakta kalmıştır. Bunlara örnek verecek olursak; Jishı Miluo’daki Hatun Mabedi Göktürk kağanının karısı tarafından; Ye Li Tegin Mebedi Göktürk prensi tarafından; Gandhara’daki Tegin Sa Mabedi Göktürk prensi tarafından yaptırılmıştır.[50]

Son olarak da “Tong Dian[51] adlı eserin 193. Bölümünde yer alan Yin Du huan’ın[52] Seyahat Notları kısmındaki kayıt şöyledir: “Suiye[53] şehrinde 748 yılında Beiting Genel Valisi olarak görev yapan Wang Zheng, burada bazı şehir kalıntıları görmüştür. Duvarları yıkılmış evlerde dağınık olarak yaşayanlar buraları terk edip gitmişlerdir. Ancak, Jiao He’nın[54] prensesinin[55] oturduğu yerde inşa edilen “Du Yün Tapınağı günümüzde hala ayaktadır”. Doğu Göktürkler zamanında da Budizme inananlar vardı. Tarih kayıtlarına göre, 708 yılının Mart ayında Zheng Renyuan. Hebei’de[56] San Shouxiang şehrini inşa ettirmiştir. Daha önce Su Fang, ordusu ile Göktürkler arasında Sarı Irmak sınır olarak belirlenmişti. Bu nehrin kuzey kıyısında Foyün Tapınağı vardı. Göktürkler Çinlilerin bulundukları yere saldırmadan önce, mutlaka tapınakta dini tören düzenleyip şanslarının iyi gitmesi için dua etmeliydiler. Bunun arkasından savaşa hazırlık amacıyla atlarına yem verirler ve orduyu beslemeye başlarlardı. Kıyıdan karşı tarafa geçmek için ırmak suyunun buz tutmasını beklerlerdi.[57] Bu olay Mo Chu Kağan dönemine aittir (694-716). Mo Chu Kağan öldükten sonra, yerine Bilge Kağan geçmiş, fakat yönetici tabakası tarafından benimsenmediği için otoritesini tam olarak kabul ettirememiştir. Bununla ilgili tarih kaydı şöyledir: “Bilge Kağan da şehirler ve mabetler inşa ettirmeyi düşünmüş, fakat veziri Tonyukuk buna şöyle itiraz etmiştir: “Bu olmamalı. Göktürklerin nüfusu Çinlilerin yüzde biri bile değildir. Başarılarımız yaşayış tarzımızdan ileri gelir. Kuvvetli zamanlarımızda ordular sevk eder, akınlar yaparız. Zayıf isek bozkırlara çekilir, mücadele ederiz. Çin ordusu ne kadar fazla okursa olsun bize zarar veremezler. Çinliler gibi şehirler inşa ettirip oralarda oturursak, eski törelerimizi değiştirmiş oluruz. Eğer bir defa yenilgiye uğrarsak çöküntümüz kaçınılmaz olur. Çinli filozofların da belirttikleri gibi (Lao Zı) fiziki güç kullanmadan zafer elde etmenin yolu bizim yapımıza uygun değildir”. Bunun üzerine Bilge Kağan niyetinden vazgeçmiştir”.[58]

Yukarıdaki kayıtları özetleyecek olursak; Göktürklerin dini inanışları oldukça karmaşıktır. Klan Toplumundan kalan Şamanizm, Doğu ve Batı Göktürklerde yaygınlaşmasının yanında, Ateşperestlik ve Nesturilik dinleri de Batı Göktürkler tarafından kabul edilmiştir. Bu din özellikle Orta Asya’da dağınık olarak yaşayan Batı Göktürkler tarafından rağbet görmüştür. Doğu Göktürklerin Ateşperestliğe ve Nestoryanizme inandıklarına dair tarih kitaplarında herhangi bir kayda rastlayamıyoruz. Budizm ise Doğu ve Batı Göktürk yönetici tabakası arasında oldukça önemli ölçüde taraftar bulmuş, üstelik Çin’in iç bölgelerinden Doğu Göktürk Kağanlığı içlerine kadar yayılmıştır. Budizm Batı Göktürklere Tian Zhu’dan ve Orta Asya ülkelerinden gelmiştir. Fakat Jiaohe prensesinin Suiye’de yaptırdığı mabet ve Batı Göktürkler arasında yayılışının Çin’in iç bölgeleriyle ilgisinin olmadığı, ya da Çin kültüründen etkilenmediği söylenemez.

18 Eylül 2020 Cuma

Tang Hanedanlığı'nın Doğu Türklerine seferi

Tang Hanedanlığı tarafından tehdit olarak algılanan İllig Kağan'a karşı; Seyanto Hanlığı ile kurulan ittifak ordusuyla Doğu Göktürk Kağanlığı üzerine yönelen askerî seferdir.


Tang Hanedanılığı'nın ikinci hükümdarı olan ve ülkeyi 626-649 tarihleri arasında yöneten Li Şimin, ülkesinin kuzey sınır boylarında büyük bir Doğu Göktürk tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Şimin, hükümdarlığının ilk dönemlerinde, Türk kağanı İllig Kağan'a karşı; ılımlı ve çatışmadan kaçınan politikalar sergilemişti. Ancak, Türk orduları birçok yıl Çin'e seferler düzenleyerek; Tang'ın egemenlik sahasını daraltmıştı. Bu durumda, Çin öncelikle Doğu Göktürklere bağlı olmakla birlikte Doğu Göktürk boyunduruğundan kurtulmak isteyen özerk bir kağanlık olan Seyantolar ile ittifak kurmayı denedi.

Doğu Göktürklere karşı ilk hazırlıklar 629 kışında yapılmaya başlandı. Tümgeneral Li Jing komutasındaki ittifak ordusu 630'da, Türklere karşı harekete geçti. Li Jing, İllig Kağan'ı yakaladıktan sonra Doğu Göktürk Kağanlığı dağıldı. Bunun ardından, Tang'ın kuzey bölgelerinin denetimi Seyantoların eline geçti. Seyantolara önlem amacıyla, Li Şimin ilk olarak büyük miktardaki Türk kitleleri Tang'ın sınır boylarına yerleştirmeyi tasarladı. Ancak Türk kağanlık soylularından Chieh-she-shuai (Bilinen adıyla Kürşad)'ın Li Şimin'e düzenlediği başarısız suikast girişimi sonrasında; Türklerin yeniden Çin Seddi'nin güneyi ile Gobi Çölü'nün kuzeyi arasında bölgeye yerleştirilmesine karar verilmişti. Böylece Türkler, Tang ile Seyantolar arasında bir tampon bölge görevi görecekti. Bu amaca hizmet etmesi için Tang desteğiyle Li Simo tarafından, Doğu Göktürk Kağanlığı yeniden kurulduysa da; 645'in başlarında Türkler arasında çıkan düşünce ayrılıkları nedeniyle kağanlık yeniden çöktü. Bu olayın ardından Tang, Doğu Göktürk Kağanlığı'nın yeniden kurulması siyasetinden vazgeçti. Kağanlık bakiyesi Türk boylarının sonraları güçlenmesiyle, Li Şimin'in oğlu Gaozong Dönemi'nde Doğu Göktürk Kağanlığı; Tang'a karşı en büyük tehditlerden biri olarak İlteriş Kağan tarafından yeniden kuruldu.

İllig Kağan'ın ölümünden sonra Doğu Göktürk Devleti, Sui Hanedanlığı'nın varisi Tang Hanedanlığı tarafından Çin'e bağımlı bir özerk yapı hâline getirilmiştir. 604-618 arasında hüküm süren Sui hanedanı Yang'ın döneminde, siyasi yapı Yang'ın aleyhine dönmüştür. Yang'dan sonra Sui Hanedanlığı'nın yıkılmasıyla, Tang tahtına oturan birçok hükümdar Doğu Göktürk Kağanlığı'nın düzenlediği akınları durdurmaya çalışarak, ülkedeki asayişi sağlamayı denemiştir. 623'te, Tang hanedanının son büyük rakibi Liu Haita, İmparator Gaozu'nun veliahtdı Li Jiancheng tarafından öldürülmüştür. Böylece Çin, Tang yönetimi altında yeniden birleşmiştir. İmparator Gaozu'ya sadakatini bildirerek haraç ödeyen Doğu Göktürk Kağanlığı, bu dönemde Tang topraklarına planlı ani baskınlar yapmaya başlamıştır. Böylece Türkler, Çin topraklarında egemenlik iddia etmeye başlamıştır. Bu dönemde Tang içerisindeki taht mücadeleleri devam etmiş, Çin; Türk akınlarını durduramaz duruma gelmiştir. Türk akınlarından bunalan Tang hanedanı, başkent Çangan'ı yakıp, Çangan'ın kuzeybatısında bulunan Henan bölgesinde yenş bir başkent kurmayı planlamıştır. Bu teklif Li Jiancheng, Li Yuanji ve Pei Ji tarafından desteklenmiştir. Ancak, Gaozu'nun oğlu Li Şimin tarafından buna şiddetle karşı çıkılmıştır. Li Şimin'in Doğu Göktürkleri yeneceğine dair garanti vermesinin ardından, İmparator Gaozu bu karardan vazgeçmiştir.

626'da Li Şimin, Li Jiancheng ile büyük bir taht mücadelesine girmiştir. Şimin, Li Jiancheng ve destekçisi Li Yuanji'yi pusuya düşürerek Şanvu Kapısı'nda öldürtmüştür. Bu olaydan sonra İmparator Gaozu, Li Şimin'i veliaht prens ilan ederek; onun lehine tahttan çekilmiştir. Şimin, İmparator Taizong adıyla taç giymiştir. Bu olayın bir aydan daha kısa bir süre sonrasında, Türk kağanı İllig Kağan ve yeğeni Tölis, Tang topraklarına büyük bir sefer düzenlemiştir. Bu kez, Türkler tamamıyla başkent Çangan'a yönelmiştir. Bu durum Tang bürokrasisi ve generalleri arasında büyük bir şoka neden olmuştur. Li Şimin, Türklerin Çangan'a girmesine engel olmak için; bizzat İllig Kağan ile görüşerek; Türk subaylarına hediyeler verilmiş; ödenen haraç miktarının artırılmasına karar verilmiştir. Bu anlaşmanın ardından, İllig ve Tölis kuvvetlerini geri döndürmüştür.

Türklere verilen imtiyazların ardından, Türk-Tang ilişkileri barışçıl bir döneme girdi. Bu dönemde, İllig Kağan'ın ülke yönetiminde gösterdiği zaafiyet ve ülkede kuralların uygulanmasında gösterilen gevşeklik nedeniyle Doğu Göktürkler gittikçe zayıflamaya başladı. Bu dönemde İllig Kağan, devlet işlerinde Çinli bürokrat Çao Deyan (趙德言)'ı kendi vekili olarak atadı. Deyan, İllig'in verdiği idari erki kötüye kullanarak; ülke işlerinin karışmasına neden oldu. İllig, devlet kademelerindeki önemli görevlileri Türklerden ziyade diğer etnik kökenden gelen devlet adamlarına verdi. Sonuç olarak bu, devlet ile halk arasınındaki bağın yabancılaşmasına ve birçok iç isyanın ortaya çıkmasına neden oldu. 627'de; Li Şimin, Göktürklerin bu durumunu görerek Doğu Göktürk Kağanlığı ve Batı Göktürk Kağanlığı'na saldırma planları yapmaya başladı. Görüşünü, baş danışman Şiao Yu ve üvey kardeşi Çangsun Vuji ile istişare etti. Şiao, saldırmak gerektiğini belirtirken; Çangsun, barış içerisindeki ilişkileri ileri sürerek, şu an için Doğu Göktürklerinin saldırı için doğru hedef olmadığını söyledi. Bunun üzerine Li Şimin, bu saldırıdan vazgeçti.

Aynı zamanlarda, Göktürklere bağlı özerk devletçikler olan Uygur Kağanlığı ve Seyanto Hanlığı gibi devletler, gittikçe güçlenmekteydi. İllig, bu devletçikler karşısında güçsüz duruma düşmüş, bunlar üzerindeki egemenliğini kaybetmişti. İllig'in Tölis ile ilişkileri de bozulmaktaydı. Ülkenin doğu boyları olan Kıtaylar ve Sirlerin, bu bölgeleri yağmalamasını önleyemeyen Tölis; İllig tarafından sorumluluğunu yerine getirmemekle suçlanmıştı. Ayrıca, Tölis'in Uygurlar ve Seyantolara karşı aldığı yenilgiler İllig ile yeğeninin arasını iyice açmıştı. Bunun üzerine İllig Kağan yeğeni Tölis'i tutuklattı. Ancak bu uzun sürmedi, birkaç gün sonra onu serbest bıraktı. Tölis'ten yeniden ordusunun başına geçmesini istedi. Tölis ise, serbest kaldıktan sonra İllig Kağan'a tabî olmadığını açıklayarak, 628'te ona karşı ayaklandı. Li Şimin, kan kardeşliği kurduğu Tölis'i korumayı kabul etti. Böylece, Tang; Göktürklerin iç işlerine karışabilecekti.

Tüm bunlar olurken, hâlâ Doğu Göktürklerinin koruması altında olan Çin taht varislerinden Liang Şidu; Tang rejimini bir darbe ile devirme planları yapıyordu. Göktürklerin yaşadığı iç karışıklıklar nedeniyle, İllig Kağan'ın Şidu'ya yardım etmesi imkânsızdı. Bunun sonucunda Li Şimin'in kayın biraderi Çai Şao, Liang'ın karargâhının bulunduğu Şuofang'ı işgal etti. İşgal sırasında Şidu'nun kuzeni Liang Luoren (梁洛仁), Şidu'yu öldürdü. Böylece, Li Şimin'in Çin imoaratorluğu için son büyük rakibi de ortadan kalkmış oldu.

Bu dönemde yaşanan bir diğer olay da, Seyanto boyunun Inan önderliğinde birleşmesiydi. Inan, başlangıçta kendisine teklif edilen kağan unvanını reddetti. Seyantolarda yaşanan bu gelişmeleri öğrenen Li Şimin, general Kiao Şivang (喬師望)'ı Seyanto beyi Inan Kağan ile ittifaklık görüşmeleri yapması için gönderdi. Yapılan görüşmelerde, Tang ile Seyantolar arasında ortaklık anlaşması imzalandı. İllig Kağan bu anlaşmayı duyunca, Tang prensesiyle evlenerek uzun süreli bir barış tesis etmeye çalıştıysa da Li Şimin bunu kabul etmedi. Bunun yerine, Doğu Göktürk Kağanlığı'nın bu zayıf döneminden yararlanarak büyük bir sefer için hazırlıklar yapmaya başladı. Tümgeneral Li Jing komutasındaki orduya, Çang Gongjin (張公謹) yardımcı sefer komutanı olarak atandı.

Türklere karşı seferber edilen ordunun komutanlığını Li Jing yaptı. General Li Şiji, Vançe ve Çai ise kolorduları yönetti. 630'da, Li Jing'e bağlı güçler, bugün Moğolistan'da bulunan Hohhot kenti yakınlarındaki İllig Kağan'a ait imparatorluk karargâhının yakınında bulunan alana ani bir baskın yapıldı. Jing, ajanlarını İllig'in karargâhına kadar gönderdi. Kağanın çevresindeki kişiler etkin olarak takip edilmeye başlandı. Doğu Göktürklere sığınmış olan Sui hanedanlığı ailesinden Sui imparatoriçesi Şiao ve onun erkek torunu Yang Çengdao ele geçirildi. Böylece Tang hanedanlığı, Türklerin Sui soylularını kullanarak Çin'i tehdit etmesinin de önüne geçmiş oldu. Bu olayların ardından İllig Kağan, Yin Dağları'nın eteklerine kadar çekildi. Şimin'e müzakerelere hazır olduğunu iletti. Şimin'in elçisi Tang Jian (唐儉) ile barış görüşmeleri yapıldı. Çin ordusuna hazırlıksız yakalanan İllig, daha da geri çekilerek Gobi Çölü'nün kuzeyinde kendisine bir ikmal noktası yaratmak istiyordu. Ordu komutanları Li Jing ve Li Şiji, bu görüşmelerin bir oyalama taktiği olduğunu düşünmekteydi. Bu nedenle, bu komutanlara bağlı kolordular birleşerek İllig Kağan'ın karargâhına yürüdü. Yapılan savaşta, İllig Kağan'ın eşi olan Sui prensesi Konçuy İçing öldürüldü. Bunun üzerine İllig, kendine tabî olan beylerden Sünüşçi Tigin'e (Çince: 阿史那蘇尼失Ashina Sunishi) sığındı. Ancak kısa zaman sonra Tang generallerinden  Çang Baoşiang (張寶相) tarafından yakalanarak, başkent Çangan'a getirildi. Kağanın esir edilmesinden sonra, Türk boylarının büyük bölümü Tang hâkimiyetini kabul etti. Bir takım boylar, Tang'dan kaçarak Batı Göktürklere, bazılarıysa Seyantolara ve diğer yakın devletlere sığındı.

13 Eylül 2020 Pazar

Kral Siggeir Signy ile nasıl evlendi ve Kral Volsung ve oğlunu Gothland'a nasıl davet etti

Şimdi Siggeir'in o gece Signy ile yattığı ve ertesi sabah havanın güzel olduğu söylenecek; sonra Kral Siggeir, rüzgarın artması veya denizin geçilmez hale gelmesi için ısrar etmeyeceğini söylüyor; ne de Volsung'un ya da oğullarının onu buraya bıraktığı ve daha azı, çünkü onu bayramdan almak için bayıldığını gördüler. Ama şimdi Signy babasına diyor ki...

"Seggeir'le uzaklaşmaya niyetim yok, kalbim de ona gülümsemiyor ve ön bilgimle ve akrabalarımızın getirdiği [1] sayesinde, bu öğüdümüzden üzerimize büyük bir kötülük gelecek. Eğer bu düğün hızlı bir şekilde geri alınmazsa."

"Böyle akıllıca konuş kızım!" dedi, "O'na büyük bir utanç olacak, evet ve bizim için de, ondan sadakati bozmak, çuvaldan kalmak ve ona hiçbir şekilde güvenmeyelim ve onunla hiçbir dostluğumuz olmayacak. Eğer bu meseleler çözülürse; ama elinden geldiğince kötü bir şekilde bize geri ödeyecek; çünkü görünüşe göre, gerçekten verilen hakikate bağlı kalmak tek başına.”

Böylece Kral Siggeir eve gitmek için hazırlandı ve ziyafetten ayrılmadan önce, Las'daki babası Kral Volsung'a onu Gothland'da görmeye çağırdı ve üç aylıkken tüm oğullarını da beraberinde getirsin. yapacağı gibi ve onun onuru için buluşmak istediği gibi onunla birlikte; ve böylece kral Siggeir, düğün bayramının eksikliklerinin karşılığını ödeyecek, orada sadece bir gece kalacağı için, insanların alışkanlıklarına göre olmayan bir şey. Böylece Kral Volsung belirtilen günde geleceğini söyledi ve kayın akrabaları ayrıldı ve Siggeir karısıyla eve gitti.

Volsung'un oğlu Sigmund'un Branstock'tan çıkardığı Kılıçtan

 Siggeir adında, güçlü bir kral olan ve birçok halktan olan Gotland'ı yöneten bir kral vardı; o kral Volsung'la buluşmaya gitti ve kızının eşi Signy için ona dua etti; ve kral konuşmasını iyi karşıladı, oğulları da hoşnutsuzdu, ama o bundan hoşnut değildi, yine de kendisini ilgilendiren diğer her şeyde olduğu gibi bu konuda da babasına hükmetti, bu yüzden kral onu ona verdi Kral Siggeir ile nişanlandı; ve ziyafetin ve düğünün gerçekleşmesi için Kral Siggeir, Kral Volsung'un evine geldi. Kral, en iyi gücüne göre ziyafeti hazırladı ve her şey hazır olduğunda, kralın misafirleri ve Kral Siggeir, tayin edilen gün geldi ve pek çok büyük hesaba sahip bir adam, Siggeir'i yanına aldı.

Hikaye, salonun sonunda büyük ateşlerin yapıldığını ve yukarıda adı geçen büyük ağacın en ortada durduğunu anlatır. Halk, akşamları insanlar ateşlerin yanında otururken, bütün insanların görünüşü bilinmeyen salona belli bir adamın geldiğini söyler; ve ona benzer bir düzen vardı, üstünde benekli bir pelerin vardı, çıplak ayaklıydı ve kemiğe kadar sıkı örülmüş keten pantolonları vardı ve Branstock'a çıkarken elinde bir kılıç vardı ve kafasında sarkık bir şapka: kocaman bir adamdı, eski görünüyordu ve tek gözlü. [2] Bunun üzerine kılıcını çekti ve kabzalara kadar batması için ağaç gövdesine vurdu; ve hepsi adamı selamlamaktan geri çekildi. Sonra sözü aldı ve dedi ki ...

"Kim bu kılıcı bu kütükten çekerse, benden aldığım bir armağanın aynısına sahip olacak ve elinde bundan daha iyi kılıcını asla çıplak bırakmayan iyi bir huzur içinde bulacaktır."

Bunun üzerine yaşlı adam koridordan çıktı ve kimse kim olduğunu ya da nereye gittiğini bilmiyordu.

Şimdi erkekler ayağa kalkar ve kılıca elini uzatan son kişi bayılmayacaktı, çünkü ona dokunacak olanın en iyisine sahip olacağına inanıyorlardı; böylece en soylular önce oraya gitti, sonra diğerleri, birbiri ardına; ama oraya gelen hiç kimse onu çekip çıkaramayacaktı, çünkü nasıl çekilirse çekilsin, şimdiden uzaklaşırdı; ama şimdi, Kral Volsung'un oğlu Sigmund geliyor ve elini kılıca koyuyor ve sanki önünde gevşek duruyormuş gibi kundaktan çekiyor; Silah herkese o kadar iyi görünüyordu ki, kimse daha önce böyle bir kılıç gördüğünü düşünmemişti ve Siggeir onu ondan üç kat altından alırdı ama Sigmund dedi ki--

"Kılıcı benden daha az alamazdın, oysa dayanacak kadar, ama şimdi, her şeyden önce elime düştüğü için, sen teklif etsen de asla ona sahip olmayacaksın. Sahip olduğun tüm altınlar için. "

Kral Siggeir bu sözlere öfkelendi ve Sigmund'un ona küçümseyerek cevap verdiğini sandı, ama ihtiyatlı bir adam ve çifte iş biriyken, sanki şimdiye kadar bu konuya kulak veriyormuş gibi yaptı, yine de aynı akşam bunu nasıl ödüllendireceğini düşündü. , daha sonra da görüldüğü gibi.

Sigi'nin Oğlu olan Rerir'in Oğlu Volsung'un Doğumundan

Şimdi Sigi yaşlandı ve onu kıskandıracak pek çok kişi vardı, öyle ki sonunda en güvendiği kişiye karşı döndüler; evet, karısının erkek kardeşleri bile; çünkü yanlarında dayanacak çok az kişi varken, en güvensiz haliyle üzerine düştüler ve o kadar çok insanı ona karşı çıkardılar ki, Sigi ve tüm halkı onunla birlikte düştü. Ama oğlu Rerir bu belada değildi ve arkadaşlarından ve ülkenin büyük adamlarından öylesine güçlü bir gücü bir araya getirdi ki babası Sigi'nin hem topraklarını hem de krallığını kendine aldı; ve şimdi, altındaki ayakların kendi yönetiminde sağlam durduğunu anladığında, annesinin babasını öldüren erkek kardeşlerine karşı ne olduğunu aklına getiriyor. Böylece kral güçlü bir orduyu bir araya toplar ve böylece akrabalarının üzerine düşer. Akrabalıklarını küçük bir hesapla kurduysa, yine de ona karşı ilk önce kötülük yaptıklarını düşünerek. Bu yüzden, iradesini burada, babasının tüm zanlılarını öldürmeden önce çekişmeden ayrılmadığı için, her ne kadar eylem her açıdan korkunç görünse de, burada yazdı. Böylece şimdi toprak, lordluk ve ücret alıyor ve ondan önceki babasından daha güçlü bir adam oluyor.

Savaş kapısı Rerir'de çok zenginlik kazandı ve kendisi için buluştuğunu düşündüğü gibi bir kadınla evlendi ve uzun süre birlikte yaşadılar, ancak mirası onlardan alacak çocukları yoktu; ve ikisi de bundan memnun değildi ve onlara bir çocuk sahibi olabilmeleri için Tanrılara yürekten ve canla dua ettiler. Ve bu yüzden Odin'in dualarını duyduğu ve Freyia'nın ona dua ettiklerinde daha az cennet olmadığı söylenir: bu yüzden, hiçbir zaman tüm iyi öğütlerden yoksun, tabut taşıyıcısına seslenir, [1] dev Hrimnir'in kızı Eline bir elma koyar ve krala getirmesini emreder. Elmayı aldı ve bir kargaya bindi ve gelene kadar uçmaya gitti, oysa kral bir tümseğin üzerinde oturdu ve orada elmayı kralın kucağına düşürdü; ama elmayı aldı ve nerede işe yarayacağını bildiğini sandı;

Öyleyse, masalın da söylediği gibi, kraliçe çok geçmeden çocuğuyla büyük olduğunu anladı, ancak uzun süre giydi ya da çocuğu doğurabilirdi: bu yüzden kralların gelenekleri gereği kralın savaşlara gitmesi gerekiyordu. kendi toprağını huzur içinde tutabilsin diye: ve bu yolculukta Rerir hastalandı ve öldü, o günlerde birçok insanın çok istediği bir şey olan Odin'e evine gitmeye karar verdi.

Şimdi, kraliçenin hastalığıyla şimdiye kadarki durumdan başka türlü gitmiyor, çocuğundan daha hafif olamaz ve altı kış onun üzerinde hala ağır olan hastalıkla geçti; böylece sonunda uzun yaşamayabileceğini hisseder; bu nedenle şimdi çocuğu içinden çıkarmasını istedi; ve o dediği gibi yapıldı; bir erkek-çocuktu ve doğumundan itibaren büyük bir gelişme göstermiş olabilirdi; ve gencin annesini öptüğünü veya annesinin öldüğünü söylüyorlar; ama ona verilen bir isimdir ve ona Volsung denir; ve babasının odasında Hunland kralıydı. İlk yıllarından itibaren büyük ve güçlüydü ve tüm erkekçe eylemlerde ve denemelerde cüretle doluydu ve savaşının tüm savaşlarında en büyük savaşçı ve iyi şansa sahip oldu.

Şimdi tam anlamıyla insanın malikanesine geldiğinde, dev Hrimnir kızı Ljod'a gönderir; Masalın anlattığı elmayı Volsung'un babası Rerir'e getirdi. Böylece Volsung onunla evlendi; ve uzun süre iyi haplar ve büyük aşkla birlikte yaşarlar. On oğulları ve bir kızları vardı ve en büyük oğulları yüksek Sigmund ve kızları Signy idi. ve bu ikisi ikizdi ve her bakımdan kral Volsung'un çocuklarının en önde gelen ve en güzeli ve soyunun tümü gibi kudretliydi; çok eski günlerden ve uzun zaman önce anlatıldığı gibi, tüm insanların en büyük şöhretiyle, Volsunglar nasıl büyük adamlar ve yüksek fikirlilerdi ve hem kurnazlık hem de hüner açısından çoğu insanın çok üstünde ve her şey yüce ve kudretlidir.

Öyleyse, kral Volsung'un öyle bilge bir asil salon inşa etmesine izin verdiğini, orada büyük bir meşe ağacının durduğunu ve ağacın dallarının koridorun çatısında çiçek açtığını ve aşağıda gövde içinde durduğunu söylüyor. ve adı geçen sandık erkekler Branstock'u aradı.

Volsungs Ve Niblungs Hikayesi

Odin'in Oğlu Sigi'den

Burada hikâye başlıyor ve Sigi adlı ve Odin oğlu diye adlandırılan bir adamı anlatıyor; masalda başka bir adama, yüce Skadi'den, büyük bir adam ve ellerinin kudretinden bahsedilir; yine de o zamanın adamlarının konuşmasına göre Sigi daha güçlü ve akraba idi. Şimdi Skadi'nin öykünün bir şekilde ilgilenmesi gereken bir kölesi vardı; adıyla Bredi, yapmak zorunda olduğu işten sonra çağrıldı; yiğitliği ve gücü bakımından daha değerli tutulan erkeklere eşitti, evet ve bazılarından daha iyiydi.

Şimdi, Sigi'nin bir zamanlar geyiği avlamaktan ve onunla birlikte esaretten geçtiği söylenmelidir; akşama kadar gün boyu geyik avladılar; ve akşam avlarını bir araya topladıklarında, işte, Bredi'nin öldürdüğü şey, Sigi'nin avından daha büyüktü; ve bu şeyi çok beğenmedi ve büyük bir şaşkınlık olduğunu söyledi - geyik avında çok bir köleliğin onu alt etmesi gerekti: bu yüzden üzerine düştü ve onu öldürdü ve daha sonra cesedini bir kara gömdü. sürüklenme.

Sonra akşama doğru eve gitti ve Bredi'nin kendisinden vahşi ormana doğru ilerlediğini söyledi. "Yakında gözümün önünden çıktı," diyor, "ve ben ondan daha fazlasını anlamadım."

Skadi, Sigi'nin hikayesini yanlış anladı ve bunun kendisinin bir kurnazlığı olduğunu ve Bredi'yi öldüreceğini düşündü. Böylece onu aramaları için adamlar gönderdi ve arayışları o kadar sona erdi ki, onu belirli bir kar sürüklenmesinde buldular. sonra Skadi, adamların bu kar sürüklenmesine bundan böyle Bredi's Drift demesi gerektiğini söyledi; ve ondan sonra halk onu takip etsin ki böylesi bir hikmetle doğru olan her sürüklenmeyi çağırıyorlar.

Böylelikle Sigi'nin esiri öldürdüğü ve onu öldürdüğü açıkça görülüyor; bu yüzden kutsal yerlerde bir kurt olarak verilir [1] ve artık babasıyla birlikte memlekette kalamaz; bununla birlikte Odin ona karadan paydaşlık kurdu, o kadar uzun bir yol, o kadar uzun sürdü ve onu belirli savaş gemilerine getirene kadar kalmadı. Böylece Sigi, babasının ona verdiği güçle ya da ayrıldıklarıyla savaşarak yalan söylemeye düşer; ve sonunda savaş toprağı ve lordluğu tarafından kazanana kadar savaştığı ve galip geldiği için mutluydu; ve bunun üzerine ona asil bir eş aldı ve büyük ve güçlü bir kral oldu ve Hunların ülkesine hükmetti ve en büyük savaşçı oldu. Eşinden Refit adlı, babasının evinde büyüyen ve kısa sürede büyümenin büyük ve düzgün bir hale gelen bir oğlu oldu.

İsveçliler Demir Çağı'ndan beri bira üretiyor, yeni kanıtlar doğruladı

İsveç'teki Lund Üniversitesi'ndeki arkeologlar, Kuzey Bölgesi'nde Demir Çağı kadar erken bir tarihte bira üretimi için maltın üretildiğini gösteren kömürleşmiş çimlenmiş tahıllar buldular. İsveç'in güneyindeki Uppåkra'da elde edilen bulgular, muhtemelen ziyafet ve ticaret için büyük ölçekli bir bira üretimine işaret ediyor.

Mikael Larsson, "Yerleşimin ayrı bir bölümünde bulunan düşük sıcaklıklı fırınların bulunduğu bir bölgede karbonize malt bulduk. Bulgular, onları İsveç'teki bira üretiminin en eski kanıtlarından biri haline getiren 400-600'lere ait" diyor. insan-bitki etkileşimlerinin arkeolojisi olan arkeobotanik konusunda uzmanlaşmıştır.

Arkeologlar, dünyanın birçok yerinde eski toplumlarda biranın önemli bir ürün olduğunu uzun zamandır biliyorlardı. Yasal belgeler ve görseller aracılığıyla, örneğin, biranın Mezopotamya'da MÖ 4.000 gibi erken bir tarihte üretildiği bulunmuştur. Bununla birlikte, Orta Çağ'dan önce (MS 1200'den önce) İskandinav bölgesinde yazılı kaynaklar bulunmadığından, önceki bira üretimine ilişkin bilgiler botanik kanıtlara bağlıdır.

Mikael Larsson, "Arkeolojik alanlarda sık sık tahıl taneleri buluyoruz, ancak çok nadiren nasıl işlendiklerini kanıtlayan bağlamlardan geliyor. Düşük sıcaklıkta bir fırının etrafında bulunan bu çimlenmiş taneler, bira yapmak için malt haline gelmek için kullanıldığını gösteriyor", diyor Mikael Larsson .

Bira iki aşamada yapılır. Birincisi maltlama işlemi, ardından gerçek mayalama. Maltlama işlemi, tanenin suyla ıslatılmasıyla başlar ve tanenin filizlenmesini sağlar. Çimlenme sırasında enzimatik faaliyetler, tanenin hem proteinlerini hem de nişastalarını fermente edilebilir şekerlere dönüştürmeye başlar. Yeterli şeker oluştuğunda, filizlenen tahıl bir fırında sıcak hava ile kurutulur ve çimlenme süreci durdurulur. Uppåkra'daki fırında olan buydu.

"İncelenen fırın ve karbonlaştırılmış tahıl, sahada birkaç benzer fırının bulunduğu bir alanda bulunduğundan, ancak bir yaşam alanını gösteren kalıntılar bulunmadığından, büyük ölçekli malt üretiminin yerleşim yerindeki belirli bir alana tahsis edilmiş olması muhtemeldir. , ziyafet ve / veya ticaret için tasarlandı ", diye açıklıyor Mikael Larsson.

Bira mayalanmasıyla bağlantılı olarak erken malt izleri, yalnızca İskandinav bölgesindeki diğer iki yerde keşfedildi. Biri 100 CE'den itibaren Danimarka'da ve biri 500 CE'den Öland'daki Eketorp'ta.

"İskandinav bölgesindeki diğer arkeolojik alanlardan, biranın mayalandığını gösteren bataklık-mersin bitkisinin izleri bulundu. O zamanlar, birayı korumak ve tatlandırmak için bataklık mersin kullanıldı. Orta Çağ'ın sonlarına kadar değildi bu şerbetçiotu bira aroması olarak devraldı ", diye bitiriyor Mikael Larsson.

Kültürlerin kavşağı

Kuzey Wei Hanedanlığı hükümdarları, Çin'in savaştan zarar gören etnik gruplarını Budizm altında birleştirmenin bir yolu olarak Yungang Mağaraları'nı yarattılar.
Budizm veya heykel ile ilgilenmeyenler için bile Yungang Mağaraları'na ilk geldiklerinde kendilerine sunulan din, sanat ve doğanın mükemmel birleşiminden etkilenmekten kendini alamazlar.

Kuzey Çin'in Shanxi eyaletindeki Datong'un 16 kilometre batısında yer alan Wuzhou Tepesi'nin güney yamaçları boyunca yaklaşık bir kilometre boyunca uzanan mağaralara telaşlı ve üstünkörü bir bakış atmak yaklaşık bir saat sürüyor.



Yungang Mağaraları, içinde 51.000'den fazla adaçayı heykelinin bulunduğu Budist sanatının beşiğidir. [China Daily'ye sağlanan fotoğraf]

Ancak mağaraların sunduğu çizgiler, renkler, açı ve gölgeler, onları eve döndükten çok sonra da ziyaret eden turistlerin anılarında uzun süre oyalanacak.

Yungang hakkında kitap satın alanların yaptığı çok sayıda yorum, meraklı beyinleri güneyde uzanan Loess Platosu ile kuzeydeki Moğol Platosu arasındaki sınırdaki kültürel hazineler hakkında daha fazla bilgi okumaya sevk etti.

Kuzey Wei Hanedanlığı'nın (386-534) kraliyet aileleri, 460 yılında Yungang Mağaraları'nı inşa etmeye başladılar ve projenin kuzeydoğusundan göçebe bir halk olan Xianbei tarafından kurulan hanedanlığın çöküşüne kadar ulusal kaynakları gerektirdi. Asya.

Çin'deki en büyük dört antik mağara kompleksinden biri olan Mogao, Maijishan, Yungang ve Longmen - Yungang, Budizm'in Orta Çin'e yayılmasının başlangıcına işaret ettiği için tarihte önemli bir konuma sahiptir.

366 yılında inşa edilen Mogao Mağaraları, Hexi Koridorunun batı ucundaki Dunhuang'da yer alırken, Maijishan Mağaraları 384 yılında Tianshui'de, koridorun doğu ucunda inşa edilmiştir. Orta Çin'in kuzey sınırında inşa edilen Yungang Mağaraları, Güney ve Orta Asya'dan doğuya doğru yolculuğunda Budizm'in ayak izlerinin izini sürüyor.

Kuzey Wei başkentini Datong'dan Orta Çin'in Henan eyaleti olan Luoyang'a 494 yılında taşıdıktan sonra, Datong'da yaşayan zengin aileler, ayrılan kraliyet ailelerinin Yungang projesine devam etmek için bıraktığı mantoyu devralırken, Xianbei kraliyet aileleri Longmen'i başlattı. Luoyang'daki mağaralar. Yungang, Budizm'in doğuya doğru yayılmasında giderek bir dönüm noktası olarak hizmet ederken, Budizm'in Orta Çin'e doğru devam etmesine yardımcı oldu.

Heykellerin görünümü, kıyafetleri ve duruşları Mogao'dan Longmen'e kadar tüm siteler arasında farklılık gösteriyor. Mogao ve Maijishan mağaralarının heykelleri Güney ve Orta Asya'dan insanlara benzerken, Longmen Mağaraları'ndaki heykeller daha çok Çin'in Han halkına benziyor. Ve Yungang'daki heykellerin yabancı özelliklerden Çin görünümüne geçişi temsil etmesi gibi, doğudan batıya uzanan bir dağ silsilesi olan Wuzhou Tepesi, göçebe ve tarım medeniyetleri arasındaki sınırı da belirliyor. Ve Wuzhou Tepesi'ne ev sahipliği yapan Datong, her zaman medeniyetler arası alışverişler için bir kavşak noktası olmuştur.

Wuzhou Tepesi'nin kuzeyindeki ve güneyindeki iklimler çok farklı. İlkbaharda, kuzey hala soğuk ve rüzgarlıyken, dağ sırasının güneyinde bitkiler tomurcuklanmaya başlar.

Kuzey Wei hükümdarları tepeyi kutsal alan olarak kabul ettiler ve tepedeki cennete kurbanlar sundular. Bu yüzden mağaralar için burayı seçtiler, Budizm'i savaştan zarar görmüş ulusu rahatlatmak, tüm etnik grupları birleştirmek ve rejimlerini güçlendirmek için bir araç olarak kullandılar.

Tepenin jeolojik yapısı, esas olarak kazı ve oymalar için ideal olan bir kumtaşı türü olan arkozdan oluşuyor.

460 yılında projenin sorumluluğunu üstlenmek üzere Tan Yao adlı bir keşiş görevlendirildi. Projenin ilk aşamalarındaki en temsili beş mağara, heykellerinin görkemli ölçeğiyle ünlü olan Tan Yao'nun Beş Mağarası olarak adlandırılıyor.

Projenin orta aşamaları, Datong şehri işgalcilere düştüğünde 494 ile 526 arasında gerçekleşti ve buradaki mağaralar parlak renklerle güzelce zengin ve heykeller Tan Yao'nun eserlerinden daha küçük.

O zamanlar tepeye yaslanmış tapınaklar inşa edildi. Aşağıdaki Han hakimiyetindeki Sui Hanedanlığı (581-618) ve Tang Hanedanlığı (618-907) sırasında, siteler zaman zaman onarıldı.

Sonraki 1000 yıl boyunca mağaralar ve tapınaklar, Qidan, Nvzhen ve Mançuryalılar - Kuzeydoğu Asya'dan tüm göçebe halklar - ve Liao Hanedanlığı'nın (907-1125) kurucuları, Jin Hanedanı (1115-) tarafından kısmen tahrip edildi, yeniden inşa edildi ve genişletildi. Sırasıyla 1234) ve Qing Hanedanı (1644-1911) ve daha sonra Yuan Hanedanlığı'nın (1271-1368) ve Ming Hanedanlığı'nın (1368-1644) Moğol ve Han Çinli kurucuları tarafından sürekli olarak sürdürülmüştür.

Mağaraların ana yapıcılarının, kurallarını pekiştirmeye ve Budizm'le etnik sürtüşmeleri yumuşatmaya istekli olan etnik azınlıklar olması ilginçtir.

Ming Hanedanlığı döneminde, Yungang Kaleleri adlı mağaraların yakınında iki savunma kalesi inşa edildi. Mağaraların mevcut adı, daha önce çoğu zaman Wuzhou Grottoes Tapınağı olarak anılan kalelerden kaynaklanmaktadır.

Şu anda 45'i ana olmak üzere toplam 254 mağara var ve toplamda yaklaşık 51.000 heykel içeriyor. En büyüğü 17 metre uzunluğunda ve en küçüğü sadece 2 santimetre yüksekliğindedir. Heykeller, geniş fresk alanları ile birlikte Budizm efsanelerinin ve tarihi hikayelerin hazinesidir.

Mağaralar 1961'de merkezi hükümetin koruması altına girdi. Dönemin Fransız cumhurbaşkanı Georges Pompidou, 1973'te eski başbakan Zhou Enlai eşliğinde mağaraları ziyaret etti ve bu güne kadar yerinde kalan kültürel mirasın yoğun onarım ve koruma projelerini başlattı. .

UNESCO Dünya Mirası Komitesi, bir kültürel alan olarak istisnai ve evrensel değerini kabul ederek, Yungang Mağaralarını 2001 yılında Dünya Mirası Listesine kaydetti.

Erken Hıristiyanlıkta öbür dünyaya bakışlar

 

İyilik Cennete götürülüyor, Son Yargı'dan ayrıntı, Rogier van der Weyden, c. 1451 © Bridgeman Images.

Üç kez ona doğru koştum, onu tutmaya çaresizce, parmaklarımın arasından çırptı, bir gölge gibi süzüldü, bir rüya gibi çözüldü ve her seferinde / keder kalbi daha keskin kesti.

Odysseus'un ölü annesi Anticleia ile trajik karşılaşması, edebiyat tarihindeki öbür dünyaya dair tartışmasız en yürek burkan tanımlamalardan biridir. Ayrıca Bart D. Ehrman'ın son kitabı Cennet ve Cehennem'de derlenen öbür dünyayı anlatan birçok çarpıcı pasajdan biridir Okuyuculara Gılgamış Destanı ve Perpetua Tutkusu gibi eserlerden hikayeler anlatılır.Pagan ve erken Hıristiyan kaynaklarının bu yama çalışması içinde Ehrman bizi kapsamlı teziyle tanıştırıyor: Bugün bildiğimiz Hıristiyan cennet ve cehennem kavramları 'ölümden sonraki yaşamın en eski Hıristiyan görüşlerini temsil etmiyor'. Bunun yerine, cennet ve cehennem 'insanlar bu dünyanın nasıl adil olabileceği ve Tanrı'nın veya tanrıların nasıl adil olabileceği ile mücadele ederken uzun bir süre içinde ortaya çıktı.' 

Ehrman, Hıristiyanlığın kökleri hakkındaki cesur iddialara yabancı değil. Daha önce Misquoting Jesus (2005) ve Jesus, Interrupted (2009) ile New York Times'ın en çok satanlar listesinde zirvede yer aldı . En son sunumu, cennet ve cehennemin Eski Ahit'te veya aslında İsa'nın kendi öğretilerinde görünmediğini savunuyor. 'Kısaca söylemek gerekirse: Hıristiyanlığın kurucusu ölen bir kişinin ruhunun cennete ya da cehenneme gideceğine inanmadı.' Bunun yerine, Yahudilik ve Helen kaynaklarından etkilenen erken Hıristiyanlıkta öbür dünyaya dair birkaç çelişkili görüşle karşılaşıyoruz. 

İnsan motifleri sıklıkla ölümden sonraki yaşamın görüşlerini şekillendirir. Örneğin, İsa insanların, "Tanrı'nın kötü olan her şeyi yok edip ölüleri dirilteceği, kötüleri cezalandırıp sadık olanları ödüllendireceği" bir hesaplaşma günü olan Nihai Yargı'da Tanrı'nın krallığına gireceklerini öğretti. Yine de yaşlı bir adam olarak yazan Pavlus, 'İsa dönmeden önce öleceğinden' korkmaya başlar. Bu korku, bireylerin sadece gelecekteki bir Yargı Günü'nde değil, öldüklerinde kesinlikle bir tür cennetle ödüllendirilmeleri gereken bir 'geçici durum'a yeni bir inancı beslemeye yardımcı olur. İnsanın adalet ihtiyacı defalarca yeniden ortaya çıkıyor. Kötülük yapanların ölümden sonra adaletle yüzleşmek için kolektif bir arzu, elçilerin cennet ve cehennem versiyonunun bu kadar kolay kabul edilmesinin bir nedenidir: 'Kötüler, bu dünyada ne kadar güçlü ve saygı duyulursa duyulsun, bir sonrakinde bir bedel ödeyecek.'

Ölümden sonraki yaşamı anlamak, kültürlerin vücudu ve değerini nasıl gördüğünü anlamayı da içerir. Dolayısıyla Cennet ve Cehennem   , insanların yıllar içinde günahkarlar için hayal ettiği işkencelerin tasvirlerinden çekinmeyen içgüdüsel bir kitaptır. In Peter Apocalypse , erkekleri baştan kadın sonsuz alevler üzerinde boyunlarına ve saçlarından asılır. Baştan çıkardıkları erkekler cinsel organları tarafından asılmışlardır. Beden ve ruh arasındaki ilişki de önemlidir; Platon'un ölümsüz ruhu, Yahudi ruh anlayışının yanında somut bir 'nefes' olarak görünür. 

Bu kitap şüphesiz Ehrman'ın önceki eleştirmenlerini rütbelendirecek. Sonuçta metin, ikili cennet ve cehennem kavramlarının modern Hıristiyan inançları için ne kadar merkezi olduğunu kabul ederek başlıyor. Yalnızca ABD'de, insanların yaklaşık yüzde 70'i öldükten sonra gerçek bir cennete inanırken, yüzde 60'ın biraz altında da cehenneme inanıyor.

İnanç sisteminiz ne olursa olsun, çoğumuz için koronavirüsün daha önce hiç olmadığı kadar ölümü gözümüzün önüne attığı bir çağda yaşıyoruz. Sonrasında neler olabileceğini düşünmek hepimize iyi gelir.

Cennet ve Cehennem: Ölüm Sonrası Yaşamın Tarihi
Bart
D.Ehrman Oneworld 352pp £ 20

 

Rachel Ashcroft , bir doktora mezunu ve 16. yüzyıl kültürü hakkında yazıyor.

Şehir ve Merkez: Ravenna, Constantinople ve Charlemagne arasında

  Classe, Ravenna'daki bazilika Sant'Apollinare'den mozaik detayı, altıncı yüzyıl.  Alamy. Ravenna'daki San Vitale kilisesin...

Öne Çıkanlar